Vurun kahpeye!

16 Şubat 2011

Her şeyi kadınlardan bilin. Savaş çıksın, kadın yüzünden. Töre cinayetleri? Kadın yüzünden. Taciz-tecavüz? Kadın. Böyle bir şey olabilir mi?

Tavuğa, ineğe, eşeğe de mi kadınlar yüzünden tecavüz ediyorsunuz? Üç yaşındaki bebeğe, oniki yaşındaki kız çocuğuna da mı? Küçücük kız çocuklarının bacakları, omuzları da mı tahrik ediyor sizi? Ya bebeklerin?
Selçuk Üniversitesi İlahiyat Bölüm Başkanı olmuşsun be adam! Kendi inançlarından da mı korkun yok? Dersine girer mi bir daha o kız öğrenciler? “Onlarda dekolte yok” diyeceksin. Senin gibiler dekolte aramaz kadında. Türbanı da kadınlara yakıştırdınız ya; o da bir “kadınlık simgesi” ya size göre. Dişi varlık. Doğru söyle türban görünce de tahrik oluyor musunuz siz erkekler? Öğret bize hocam. Okulundaki erkekleri de mi bu kafayla yetiştiriyorsun? Kadının teni görününce “Vurun kahpeye çocuklar!” Kişi kendinden bilir işi ya... İtiraf et o zaman kaç kişiyi taciz ettin bugüne kadar? Söylediklerin bunu gösteriyor çünkü. Hiç mi dekolteli kadın görmedin? Görmüşsündür. O zaman korkma kimse seni suçlayamaz. Kadının suçu ne de olsa. Korkma anlat bize. Kimbilir ne fantaziler kurdun o kadınlara bakarken? Düşünmekten öteye geçtin mi hiç? Sadece teni görünen kadın orospu değil mi? Diğerleri boyun eğdiler diye..

Bu şuursuz lafları ederken çoktan göze almıştın bu sözleri biliyoruz. Asıl konuya gelelim o zaman. Sen tek başına şimşekleri üzerine çekebilecek bir adam değilsin, o belli. Bizi bu abuk subuk gaflarınla meşgul ederken, yine ne işler peşindesiniz ben onu merak ediyorum asıl. Söylediklerinin zaten elle tutulur bir yanı yok. İnsani değil söylediklerin o ayrı. Bakalım bu gece ne haltlar karıştıracaksınız? Heyecanla bekliyoruz.    

Belki alışmak lazım

6 Aralık 2010
İstanbul’da havanın yeni soğuduğu gündü, Pazar. Havanın suratsızlığına aldırmadan Eminönü’nde bir balık ekmek yiyelim dedik keyfimiz yerine gelsin. Üç arkadaş bindik bir arabaya. Güzel müzikler muhabbet; e tabii ki trafik yoğun. Kaldırımlar insan seli. Akın akın geliyorlar. Maç mı varmış maç mı bitmiş neymiş. Beşiktaş taraftarları yollarda. Onlara yer siyah gök beyaz, biz hayretler içersindeyiz, bu kadar katil tipli adam bir arada diye. Tamam hadi günahlarını almayalım, sevgilisiyle gelen de var, çocuğuyla maç keyfi yaşamaya gelen de. Ama genel görüntüyü tahmin ediyorsunuzdur. Hani siz de o kaldırımda olsanız her an biri öldürülecekmiş gibi adamların yüz ifadesi – ki akşam gördük haberlerde yine kan gövdeyi götürmüş spor ve kardeşlik, dostluk adına. Kapılarımız kilitli elbette, trafiğin açılmasını bekliyoruz sabırla. Önde iki kızız, arkada da bir erkek arkadaşımız oturuyor (yatıyor da diyebiliriz). Bu kara adamlar naralar atarak, marşlar söyleyerek yürüyorlar. E tamam almışlar gazı maçtan o belli. Öyle bir haldeler ki yolda arabaların arasında yürüyorlar sanki sadece onların hakkıymış gibi o yolda bulunmak. 
Sonra bir tanesi bizim arabanın önüne geldi, yüzünde tarif edemediğim bir ifadeyle. Yani zafer desem değil, nefret desem değil. Büyük ihtimalle kendisi de nasıl bir hissiyat içersinde olduğundan habersizdi. Eğilip plakaya baktı. Biz de bunu izliyoruz tabii. Kalkmasıyla avazı çıktığı kadar bağırmaya başlaması bir oldu: “Ananın a*ı Ankaragücüüüü”. Haydaaa. Arkadaşımla birbirimize baktık yorum bile yapamıyoruz. Adam arabanın önünde gözlerimizin içine baka baka küfretmeye, bağırmaya devam ediyor. Biz ona bakıyoruz, o bize. Ne gelir ki elimizden. Bu bağırdıkça diğer taraftarlar da ona ayak uyduruyor tabi. Geldikçe geliyorlar. Atkıları, şapkalarıyla Beşiktaş taraftarları. Arabanın içinde bunları izliyoruz. Herhangi bir şey yapma ya da söyleme şansımız yok; çünkü adamlar düşünebileceğiniz her şeyden daha hızlı çoğalmaktalar. İlk başta bağırarak yürümeye deva meder diye düşündük ama yok adam taktı bize. Bu arada arabamızın plakası “06” Ankara plakası. Fakat tuttuğumuz takımı beyan eden hiçbir aksesuarımız yok. Zira Ankaragücü’nü tutan da yok aramızda. 
Be adam, nasıl bir kafadasın? Niye yandaşlarına gaz veriyorsun sanki bir şey dedik sana. Efendi efendi yürü git işte nereye gidiyorsan. Cehennemin dibine kadar yolun var. Emin ol ki senin varlığın orda çevrendekiler dağılana kadar. Tek başına yapsana sen o hareketi birgün, yerse. Var olamazsın ki sen yandaşların yanında olmadan. Her neyse, dedim ya bunlar çoğaldıkça çoğalıyor. Adamların içinde nasıl bir şiddet, nasıl bir eziklik varsa hızlarını alamayıp arabanın etrafına doluştular ve arabayı küfürler eşliğinde deli gibi sallamaya başladılar. Düşünsenize. Arabada önde oturan iki kız var. Ankara plakalı diye saldırabiliyorsun sen ona. Araba sallandıkça içinde öyle bir ruh halindeyiz ki. Susmayı yediremiyoruz kendimize, fakat bırakın kapıyı, camı bile açmaya cesaret edemiyoruz. Çünkü adamların gözü dönmüş bir kere. “Saldır” komutu vermiş mercimek beyinleri. Var güçleriyle sallamaktalar arabayı, biz de ufak tefek el kol hareketleriyle karşı çıkmakta ve çaresizce sonumuzu düşünmekteyiz. 
Derken arabayı kullanan arkadaşım dikiz aynasından arkada polis olduğu müjdesini verdi. Hatta olay çıkmasın diye düşünerek sanırım, arabanın etrafındaki adamlara “polis var arkada” diyerek işaret etti. E tabi laf insan olana söylenir, bunlar başka bir soyda gelme, anlamadılar. O sırada polis sireniyle kısa bir uyarı verdi (tabi adamlarda tık yok, kafa yanmış), ve eline geçirdiğini polis arabasına tıktı. Tam o sırada da trafik açıldı, uzaklaştık oradan. 
Şimdi içimde canımı korumak adına sessiz kalmış olmanın verdiği öfke, ve eğer polis tesadüfen arkamızda olmasaydı ne olacağına dair bir merak duygusu var. Eminim orda biraz daha kalsaydık adamlar arabayı ateşe verebilecek şuursuzluktalardı. Ya da bizden biri arabadan inip onları uyarmaya kalksa, aralarında voleybolla başlayıp, futbolla devam edecek bir “insantopu” oyunu oynayacaklardı; en iyi ihtimalle tabi. Beni en çok düşündüren ise bu topluluk psikolojisi durumu. O sürü halinde yürüme durumunda biri kendini denize atsa, ben eminim diğerleri de arkasından atlayacaktı. Ya da içlerinden biri başka birine vurmaya başlasa yüzlercesi birden aynı adama saldıracaktı. 
Örnekler çoğaltılabilir elbette. Konu şuursuzluk olunca misaller tükenmez bizim memlekette. Siz her şeye karşı olabilirsiniz de, biz size bile karşıyız, ona göre.

Hayır, kabul etmiyorum

9 Kasım 2010
    Doğduğumdan beri Ankara’da yaşıyorum, ve kendimi bildim bileli de – kaderin cilvesi – Tunalı Hilmi ve Tunus Caddeleri’yle haşır neşirim. Kaderin cilvesi de sayılmaz aslında; ailemin bir parçası orada yaşıyor. Gelenekselleşmiş aile ziyaretlerimizdeki huzuru unutamam hiç. Tunus Caddesi’ne arabamızı park ettikten sonra, annemle babamın elini tutardım; babamla ellerimizi sıkarak bir çeşit sayı sayma oyunu oynardık – belki de o ara öğrendim sayı saymayı –  ve tatlı sohbetler eşliğinde oradaki evimize yürürdük. Kendimi tam anlamıyla güvende hissederdim. Bir süre sonra park ettiğimiz caddede birtakım adamlar türemeye başladı. Gördüğümde bazen onlara üzüldüğümü, bazen de hafif bir korku duyduğumu hatırlarım. Sokakta ne yaptıklarını düşünürdüm o saatte, çoğu insan evindeyken. Babam park ederken yaklaşıp, biz arabadan inince bir şey söylemeden arkamızdan bakarlardı. Seneler geçti. Sokaktaki adamlar palazlandı. Artık onları görünce babamın yüzü asılıyor, annemin ve benim de huzurumuz kaçıyordu. Arabadan inince babamın yanına yaklaşıp para istemeye başladılar. Evimizin önünde. Bizden. Neden? Babam gerekli cevabı veriyor, biz uzakta duruyorduk. Tedirginliğimin yerini korku almaya başlamıştı. Huzurumuz kaçmıştı. Tehditkar bakışlar eşliğinde yürüdük defalarca o yolu. Adamlar günden güne çoğalıyor, aileleri bile rahat bırakmıyorlardı. Huzurumuzun kaçmasından – kaçırılmasından – rahatsızdım. Neyse ki bu adamlar sokağa bir polis arabası girdiğinde çil yavrusu gibi dağılıyorlardı. Elbette ki polis bizi koruyordu. Sokağın başında kırmızı-mavi ışıkları  gördüğümde yüzümde bir gülümseme ve rahatlama ifadesi beliriyordu kuşkusuz. Bu durum bir süre böyle devam etti. Büyümüştüm; sürücü belgemi alacak kadar. Aile ziyaretlerimi artık yalnız da yapmanın yanına arkadaşlarımla buluşmak da eklenmişti Ankara’nın bu güzel semtinde. Hayat gittikçe daha keyifli hale geliyordu. Ta ki birgün bu adamlardan biriyle birebir muhattap oluncaya kadar. Adamın “gel abla gel” nidalarıyla park ettikten sonra arabadan indim. Kendimden emindim. Para istedi, “burası sokak” dedim. Tam bu muhabbet uzayacakken o ışıklar aldı gözümü. Yüzümde bir zafer ifadesiyle adama baktım. Hala bana bakıyordu. Sakindi. Polise baktım, adama baktım... “Selamlaştılar”. Neye uğradığımı şaşırdım ve ellerim titreyerek adama ilk haracımı verdim. 
          İlk haraç, son olmasını umardım. Gururum kırılmıştı. Çocukluğumun geçtiği, ailemin yaşadığı evin önünde hem de. Sokakta. Bu manasız işbirliğinin sebebini çözememiştim; mutsuz olmuştum, güvenim kırılmıştı. Telefon ettiğim birkaç “ilgili” kurumdan aldığım “ilgisiz” cevaplar da tuz biber oldu bu duygularıma. Hiçbir polisi sevmedim ve hiçbirine güvenmedim bir daha. Güvenliğimi sağlaması gereken ve güvenliğimi tehdit eden insanlar sanki birleşmiş, üstüme geliyorlardı. Bir süre sonra sokağa tabelalar koymaya başladı belediye. “Belediye”. Üstünde “Park etmek ücretsizdir” benzeri bir tabir bulunanlar zannediyorum ancak birkaç saat koruyabilmişlerdir mevcudiyetlerini. Şimdikiler dikildi yerlerine. Korkunç adamlara üzerinde “Maliye Bakanlığı” yazılı fişler dağıtıldı. Haraç resmileştirildi. Birgün, bu “otopark mafyası”ndan adamlarla yaşadığım, gelenekselleşmiş tartışmalarımdan biri esnasında, “Biz bu milleti böyle söğüşlüyoruz işte” diyerek üstüme yürüyen 20 yaşındaki çocuk, devlet koruması altına alındı. Haraç vermeyi reddettim diye arabaya zarar veren adam devlet koruması altına alındı. “Bu sokağa biz bakıyoruz, buranın adamıyız” diye bana çıkışan adam devlet koruması altına alındı. Kapının önünde durarak bir gece vakti arabaya binmemi engelleyen, elini cebine atıp bana tehditler savuran, arabadan inip arkama bakarak yürümeme neden olacak kadar beni rahatsız eden, daha önce duyduğum yaşanmış olaylardan etkilenerek “ne zaman beni bıçaklayacaklar acaba” endişelerini taşımama sebep olan; Tunalı Hilmi ya da Tunus Caddesi’ne gideceğim günler, daha evden dışarı ilk adımımı attığımda beni bunları düşünmeye iten, bunlardan kar eden, pay çıkaran ve bu psikolojik şiddet, taciz ve “söğüşlenmeye” göz yuman bütün adamlar devlet koruması altına alındı. Hiçbirinizden korkmuyorum. Lanetim her daim üzerinizde olacak. Hayır, kabul etmiyorum. Hayır, hayır, hayır!

Evet, dün gece bir hata yaptım!

2 Kasım 2010
          Dün gece bir hata yaptım. Adı: Friends and Trends. Pavyon sanıyorsunuz, ama adını “Club” koymuşlar. Kuvvetle muhtemel Kral Tv’de bile arka arkaya dinleyemeyeceğiniz derecede anlamlı şarkılar ardı ardına sıralanıyor. (Bu adamın adını da “DJ” koymuşlar! Yaratıcı..) Televizyonda şaşkınlık ve üzüntüyle karışık duygularla izlediğimiz “Pusu Çocukları” ve yanlarında 17-18 yaşlarında tuvaletli “”leri. Nerde mi? Friends and Trends! Saygı ve terbiyeden yoksun kimi ararsan bulundukları yer belli. 
          Hele o “bodyguard”lar.. Ne havalı isimleri var değil mi? Girişte size o basık ve dumanaltı yeri bahşediyorlar. (Sanırım ucuz bir fahişeye benzetemediklerinden dolayı sorgu-suale maruz kalıyoruz.) Son derece hadsizler. Tabii eminim ki bir BatMobil’le giriş yapsaydık saygıları da sonsuz olurdu. İnsanın bu şekilde değerlendirildiği, adının da “elit” konduğu Friends and Trends’i ideolojisi, insan ve eğlence anlayışından ötürü şiddetle kınıyorum.